Belli bir zincir marka içinde yer almayan ve her yerde bir çok şubesi olan değil kendi markasını yaratıp bununla yürüyebilen ticari işletmeleri seviyorum. Hepsi birbirinin aynısı olan çalışanların pek de gönül bağı hissetmediği her AVM’de rastlanılan mağazalar ve markalardan ziyade tek şubesi olan, içine ruhunu, aidiyetini katan çalışanlardan oluşan ve çalıştığı yeri evi gibi gören insanların bir arada olduğu sıcak, paranın ikinci plana atıldığı mağazalar kastettiğim… Ne yazık ki çok barınamıyor ve düzen içinde ezilip yok oluyorlar…
Seneler önce 2002 yılında henüz iki yıllık evli ve çocuksuz bir çift iken eski Ankara’nın en güzel sokaklarından biri olan Portakal Çiçeği Sokak’ta bir eve taşınmıştık eşimle. İsmi bile güzel olan bu sokağın kendine özgü, eski ama samimi bir havası vardı, küçücük bir evdi ama çok mutluyduk orda, eşim, ben ve kedimiz Sonia. İşin en güzel tarafı Atakule’de çalıştığım için evimle işyerim arasındaki mesafe yürüyerek sadece 9 dakika idi. Büyükşehirde yaşayan biri için bu nasıl bir lükstü? Her sabah keyifli keyifli yürüyerek kulağımda walkmen’le müzik dinleyerek işe giderdim ve her defasında her sabah ve her akşam mutlaka Hoşdere Caddesi üzerindeki ismi de tasarımı da tarzı da son derece güzel olan Kare Kitabevi’ne uğrardım. İçinde kafe alanı da vardı, orada kaybederdim kendimi, saatlerce kitap raflarında dolaşır, kitapları koklar, yeni çıkan yayınları, dergileri incelerdim. O kadar samimi bir havası vardı ki Kare Kitabevi’nin sahipleri de kitap tutkunu insanlardı ve Türk yazarları konuk edip söyleşiler de yapıyorlardı o yıllarda. Ben de çoğuna katılıyordum. Seneler önce bir film izlemiştim keyifle “You’ve Got a Mail”; o filmde de kadının bir kitabevi vardı, yine tam da anlattığım gibi zincir bir marka değildi ve büyüyen diğer bir zincir markaya karşı kendi markasında inatlaşıyordu ve direniyordu sonuna kadar. Neyseki film güzel sonlandı ve o kitabevi kapanmadı. Ancak ne yazık ki benim filmimde öyle olmadı; bir gün yine geçerken Kare Kitabevi’nin önünden “Devren Kiralık” yazısını gördüm, ne çok üzülmüştüm… Sonra devren de kiralanamadı ve kapandı, benimse elimde oradan kalan güzel kırmızı logolarından oluşan kitap ayraçları ve içeride hissettiğim o samimi sıcak ortamı duyumsamak kaldı. Hala bile hatırladığımda keşke olsa da yine içerde kendimi kaybetsem derim. Bu hissi bir parça öğrencilik yıllarımdan beri İmge Kitabevi’nde ya da şimdilerde yine bir parça Arkadaş Kitabevi’nde alabiliyorum.
Neden anlattım bu kadar uzun Kare Kitabevi’ni? Sanırım sohbet eder gibi yazmaya, anlatmaya ihtiyacım var bu akşam…
Yine soğuk bir günde yürüyerek işe giderken sabah rutinim olan Kare Kitabevi’ne uğramıştım ve annemin sıkça bahsettiği ama bir türlü almaya fırsatımın olmadığı kitaba takılmıştı gözüm. Annem hep diyordu “Bak al çok güzel kitap, dedesinin yaşanmış hayat hikayesini anlatıyor”, durdum baktım tuhaf bir ismi vardı, hımm 1993 yılında ilk kez basılmış. Hakkında ne çok yazılmış ne çok okur mektubu gelmiş üstelik de yazarın ilk kitabı, ilk denemesi. “Kurt Seyt & Shura” Kitabı satın aldım ve yürüyerek işe gittim, sakin bir gündü ve kitabın sayfalarını çevirmeye başladım. Kafamı kaldırdığımda akşam olmuştu, yemek yememiş, yerimden kıpırdamamış, gelen bir kaç telefon ve birkaç görüşme dışında neredeyse hiç bir şeyle ilgilenmemiş ve bitkisel hayata geçmiş yok yok başka bir dünyaya ışınlanmış, o dünyada kitabı okuyordum hatta buna okumak denmez sanki bir film izler gibi izliyordum. Eve gelip de Sonia’nın mamasını verip hiç kıpırdamadan, üzerimi dahi değiştirmeden koltuğa gömülmüş kitabı okumaya devam etmiştim. Bittiğinde saat sabah 5’e geliyordu, üşümüştüm, gözlerim şişmişti ağlamaktan, başka bir dünyadaydım. 2-3 saatlik uykudan sonra sabah ilk iş Kare Kitabevi’ne gidip kitabın ikincisini ve devamını satın almıştım, benzer bir gidişat ile ertesi gün sabahın 4’üne doğru ikinci kitabı da bitirmiştim. Bu tarz bir kitap okuma hayatımda ikinci kez oluyordu. İlki lise yıllarımda sabahçı iken öğlen eve gelip de babamın bahsettiği ve çok etkilendiğini söylediği Jerzy Kozinski’nin Boyalı Kuş’unu elime aldığımda olmuştu. O gün tüm öğleden sonra okul formamla yemek bile yemeden akşam hava karardığında ancak artık kitabın satırlarını görmediğimi fark edip de yerimden kalkıp ışığı açmamla devam etmiş ve sanırım akşam saat 8 gibi kitabı bitirmiştim. İkinci Dünya Savaşı ve Yahudi soykırımını anlatan enfes bir başyapıttı ve gerçekten tek solukta okumak denilen edimi ilk kez o zaman deneyimlemiştim. Ve sonra o soğuk karlı kış gününde elimde “Kurt Seyt & Shura” ve sonra “Kurt Seyt & Murka” ile iki gece üst üste sadece 4-5 saat uyuyarak kitapları bitirmiştim ama deyim yerindeyse ben de bitmiştim. Her satırında kendimi Çarlık Rusya’sında hissettim, sürekli bir Rus votkası içmek istedim ve kulağımda Çaykovski dinleyerek kitabı okumak… Yürürken ertesi gün ve sonraki günler hep kendimi troykaların içinde, bir kupidin önünde o soğuk Rusya havasında hissetmiştim ve sonra işgal altında İstanbul’a gitmiş ve beyaz Rusların dünyasına konuk olmuş Pera’yı solumuştum. İkinci Kitap ilerledikçe bir bölümde hüngür hüngür ağlıyordum yanıma gelen eşim “Ne oldu?” diye sorduğunda “Atatürk öldü” diyebildim sadece. Kaan’ın cevabı “Nihan zaten biliyorduk bunu…” Bu bilinen gerçek bile öyle bir anlatılmıştı ki kitapta okurken sanki o anda o büyük hüznü derinden yaşamıştım…
İşte bir kitabın gücü buradan geliyor bence, ben Atatürk’ün öldüğü bölümü okurken aslında 1938 yılının İstanbul’undaydım, o zamanlardaki müzikleri duyuyor, o zamanlardaki kıyafetler içerisinde geziniyor ve ben o zamanlarda yaşıyordum. Hatta kar yağmış bir Ankara sabahında yolda yürürken günlerce kendimi Rusya’da hissetmiştim; özellikle başımdaki Rus kalpağına benzeyen beremle…
Ve aşkı, savaşı bu eşsiz iki kitapta bir kez daha duyumsamış, bol gözyaşı ile okumuştum. Ardından çevremdeki herkese bu kitabı hediye etmiş sayemde yaklaşık 50’ye yakın kişinin bu kitabı almasını sağlamış ve okutmuştum, artık başucu kitabım gibiydi. Bilmiyorum belki savaş yıllarında yaşanan aşklar bana daha gerçekçi geldiği için ya da Rusya ile nedensiz bir yakınlık ve bağ kurduğum içindir bilemiyorum…
Ve seneler sonra dizi yapıldı bu serinin ilk kitabı, izlemedim ben çünkü hayalimde öyle bir yaşatmış öyle bir kurmuştum ki o dünyayı, değişmesini istemedim. Öyle kalmalıydı nitekim kısa süre sonra da dizi yayından kalktı ama ben hep içimde o yarattığım şekli ile bildim yaşanmış o öyküyü.
İki gün önce bu kez kitabın üçüncüsünü okumaya başladım, 15 yılın ardından, geçen yıl ilk baskısı yayınlandı, aldım ama açamadım kapağını ya aynı tadı bulamazsam diye.. Ve nihayet dün başladım okumaya; Aman Allah’ım daha ilk sayfada hıçkırarak ağlıyordum, bugünlerde ben yine Pera’dayım, kah Bolşevik Rusya’sındayım kah Aluşta’dayım, Kislovodsk’tayım, St Pestersburg’dayım, troykaların çıngıraklarını, kliselerin çanlarını duyuyorum, soğuğu iliklerimde hissedip onlarla beraber votka içiyorum tüm kaybolmuş hayatların şerefine..
Kitabımı okuyorum yine bu gün, bu gece ve içimden binlerce duygu geçiyor ama en sonunda tüm bu duyguların aslında çokça teşekkürü ve saygıyı hak ettiğinin ayrımına varıyorum.
Ve bir kez daha kendi özgün markasını yaratan ve buna sahip çıkanların önünde saygıyla eğiliyorum 15 yıl sonra bile hafızamda yer ettikleri için…
Ve bir kez daha tarihi gerçeklikleri, yaşanmışlıkları bir öykü tadında kitaplarına taşıyan, o muhteşem ifade güçleri ile bizleri o anın içinde hissettiren, o anı yaşatan tüm usta kalemlerin önünde saygıyla eğiliyorum, kitap okumayı bana bunca yoğun şekilde sevdirdikleri için…
Ve bir kez daha savaş zamanında yaşanmış tüm ayrılıklara, drama rağmen, vatan hasretine rağmen gerçek aşkı yaşamış ve buna sahip çıkmış herkesin önünde saygıyla eğiliyorum, bana aşkın gerçek değerini gösterdikleri için…