Aldığım eğitimlerin birinde çok sevdiğim eğitmenimiz bizlere “Blog’unuz var mı?” diye sordu, içimizden bir kişiden evet cevabı çıktı. Benden “Hayır”. “Olsun, olmalı” dedi. Bunun üzerine bir bakayım blog nasıl birşeymiş diye araştırmaya giriştim. Sonra düşündüm ilkokul 4. sınıfta başlamıştım yazmaya. Ve her yıl bir ajanda alıyordum. Dilekolay 11 yıl aralıksız yazdım, yazdım… 365 günü ve hatta 6 saati. Ve sonra bir gün yazdıklarım sonradan okuduğumda beni üzmeye başladı. Birilerince okunduğunda -ki benim iznim dışında- kendimi o kadar yalın ve içtenlikle ifade ettiğim kelimelerin altında ezilmeye başladım. Bitti 11 yıllık serüven. Atmadım atamadım hiçbirini, ailemin evinde Samsun’da bir dolapta sakladım yıllarca. Üst üste 11 ajanda, 11 yıl ve 11 yıla sığan ben, en içten en dolaysız halimle.
Hani bazı anlar vardır, herşeyi bir kalemde silmek istersiniz, ya da hayatınızda beyaz bembeyaz bir sayfa açmak istersiniz, işte öyle bir andı benimkiside. Bir yaz akşamı annemle babamın hırçın Karadeniz kıyısındaki evlerinde, bahçede bir ateş yaktık. Maksat bir kazanın içinde süt mısırları haşlayıp yemekti. O zamanlar şimdiki gibi bildiğimiz haşlanmış mısır, alışveriş merkezlerinde bir sektör halini almamıştı. İşte o mısır dolu kazanın altında kül oldu günlüklerim. Bir kazan süt mısırın altında tutuştu geçmişim, üzülmedim hiç, eşimin omzuna yaslanıp izlemiştim 11 yılın yanışını, kafamda o yılların muhasebesini yaparken. Sonra yazmadım hiç, yazmak istemedim.
İnternetin hayatımızın her yanını bir virüs gibi sarması ile teknolojik günlükler icad oldu. Uzak kaldım yine ve neden sonra o eğitimle birlikte “Tekrar yazsam mı?” diye düşündüm ve açtım bir blog hesabı. Dikkatli okuyucular bilirler blog’umda da yazar: “Eskiden günlükler vardı sürekli yazılan, şimdilerde bu onların yerini tutuyor mu dersiniz?“ diye. Çok içtenlikle cevabım Hayır. Neydi fark?
Günlüklerde sadece kalem kağıt ve sizden oluşan bir kombinasyon vardır ve eğrisiyle doğrusuyla sizsinizdir ordaki. Hele ki günlüğüne karşı benim gibi son derece dürüst olanlar için insana özgü her türlü iyi ve kötü duygu yansıtılır yapraklara. Kıskançlığınız, öfkeniz belki çekememezlikleriniz, sevginiz, nefretiniz. Meraklı kimseler yoksa etrafınızda her an okumaya yeltenecek, yazarsınız da yazarsınız, bilirsiniz kimse okumayacak ve sadece bana ait. Eğer blog’da isminizi ve kendi kişiliğinizi gizlemiyorsanız -ki bence de böyle olmalı- bu kadar rahat yazamazsınız. Okunursunuz, yorumlanırsınız, beğenilirsiniz ya da eleştirilirsiniz. Hangi günlüğe kim yorum yazabilmiş ki? Blogların etkileşimli yapısı bir yerde size engel koyabiliyor. Günlüklerde kimse okusun diye bir çaba yoktur, bloglarda ise ne kadar çok kişi okursa yazdıklarınızı o kadar başarılı sayarsanız kendinizi. Ve ha babam de babam blog istatistiğinize, aldığınız yorum sayısına ve hatta listenizdeki arkadaş sayınıza bakarsınız. Tüm bu sayıları nasıl arttırabilirime yöneliktir çabalar. Kim kimin blogunda yazılan her yazıyı okumuş ki? Çok zor bu ancak belli sayıda okunup ilgi alanına göre yorumlanır. Sınırlıdır seçimler. Ve daha da fazlası bundan nasıl para kazanabilirime kadar varır iş. Duygularınız, düşünceleriniz ticari bir şekle bürünür. İnsan bizzat içinde bulunduğu ve iştirak ettiği bu ortamı eleştirir mi, eleştirmeli. Kendimden başladım bu eleştiriye ben. Okumadım mı “Blogumu nasıl daha fazla okunur hale getiririm” başlıklı yazıları?
Hayır yanlış anlamayın çok keyif alıyorum blog’dan, okunmaktan, okumaktan ama yine de günlüklerin tadı gibi olamıyor. “Buyur sen de günlük yazmaya dön” diyenlere kulak asmıyorum. Çünkü artık daha farklı düşünüyorum, duygular ve düşünceler paylaşıldıkça çoğalıyor, her oluşumu kendi iç dinamikleriyle tartışmalı. Evet günlükler farklıydı ayrı bir tadı vardı, simli kartpostallarda yeni yıl kutlaması postalamak gibi. Blogların da kendine özgü bir tadı var, en azından sizin gibi düşünen hisseden insanların varlığı. Bu şuna benziyor: “Böyle yalnız kaldığımda, üzüldüğümde, herşeyin çıkışsız göründüğü anlar, bir yerlerde bir başkasının da aynı şeyleri yaşadığını düşünüyorum. Bu nedensiz biçimde rahatlatıyor beni.” (Kış İkindisinin Evinde / Kürşat Başar)
Hadi itiraf edin rahatlıyorsunuz değil mi siz de? Başka ne olabilir ki?
Günlük mü Blog mu? için 9 cevap