Son zamanlarda arkadaşlarımla bir araya gelişlerimi düşündüm. Ne sıklıkta bir araya geliyorduk? Bir araya geldiğimizde neler yapıyorduk? Nelerden bahsediyorduk? İtiraf etmeliyim ki artık çok az yüzyüze bir iletişim biçimimimiz vardı, genellikle cep telefonlarına, facebook’a ya da MSN’e terkedilmiş arkadaşlıklar çağıydı yaşadığımız. Hiç değilse birbirimizden kopmadan haberleşebiliyoruz diye avunsam da, diğer taraftan paylaşılan ve yaşanılan şeyler o kadar az oluyor ki, 10 sene sonrasına hatırlanıp gülünebilecek, üzerinde bıkmadan saatlerce konuşulabilecek çok az birlikteliği paylaşıyorduk.
Geçenlerde bizim butçuğun 5. doğumgünüydü. Söz konusu olan bir çocuğun doğumgünü ise, genellikle hep çocuklu arkadaşlar davet ediliyordu haliyle. Bekar ya da çocuksuz arkadaşlarıma böyle bir işkenceyi layık göremediğim için onların gelmemelerine onlar adına seviniyordum bile. Dağılan oyuncaklar, her tarafa saçılmış oyun hamurları, etrafa bulaşmış yaş pasta kırıntıları, yükselen sesler, bir yandan anneler arası o hiç bir zaman anlayamayacağım özel diyalog sürdü gitti bizim doğumgününde. O özel diyalogdan kastım, birbirini hiç tanımayan, hakkında tek bir fikre bile sahip olmayan iki annenin bir araya geldiklerinde 40 yıldır birbirlerini tanıyormuşçasına kendilerinden ve daha önemlisi çocuklarından ya da doğum anılarından, emzirme, süt verme, yemek yeme/yememe veya uyku gibi problemlerinden bahsederek sohbeti koyultma hali. Anne olunca iletişimsel eylemlerimin bir adım daha öteye gittiğini hayretler içerisinde farketmiştim. Bizim eğlenceli doğumgünü partimiz sona erdiğinde geriye kalan tek arkadaşımla evi toparlama işlemine giriştik. Bir yandan da sohbet ediyorduk. Sevgili arkadaşım yanılmıyorsam 18 yıldır hayatımdaydı ve bunun 2,5 yılını aynı evi paylaşarak geçirmiştik üniversite yıllarında. Arabayla gece onu eve bırakırken, bir yandan sessiz sessiz yol alıp diğer yandan eski anılardan bahsettik. Hayır, bu kısım, eski anılardan bahsetme kısmı, benim aptallığımla sonlanmış bir gecede olmuştu . Bkz. Aptallık Parası. “Özlüyor musun?” dedim birdenbire. “Neyi?” dedi. “Eski günleri daha doğrusu daha genç olduğun zamanları, 10 yıl öncesini, sorumsuzluğu, aklına eseni yapmayı?” Bu soruyu son zamanlarda kime sorsam evet nidalarını duyar olduğum için verdiği cevaba pek şaşırmış olmasam da, “Hem de nasıl” gibi büyük bir özlemle kelimelerin dudaklarından bir çırpıda döküşülüşüne de şaşırmadım desem yalan olurdu. Aklına estiğinde şehirdışına çıkmayı, istediği saatte eve gitmeyi, okulu asmayı, hatta aşık olmayı bile özlediğini söyledi. İnsan yaşlanınca demeyeceğim, henüz o mertebede değilim ama yaşı biraz daha ilerledikçe düşünmeye başlıyor ve o zaman anlıyor bir parça büyüdüğünü. Bir daha o yollardan geçemeyeceğini, o yaşadığı deli dolu sınırsız heyecanları bir daha yaşayamayacağını, aklına eseni yapma özgürlüğünü bir yerlerde bıraktığını farkettiğinde anlıyor. Ve sonra tekrar sordum “Ben niye böyle bir yaş bunalımına girdim dersin?” Herkes yaşıyor mu bunu yoksa bana mı özgü? 5-6 yıl öncesinin fotoğraflarında bile yüzümü çok daha canlı ve genç görürken şimdi ise Photoshop’un sihirli dokunuşlarında teselli buluyorum. Benden 3 yaş büyük olan arkadaşım, kendisinin de bu zamanlarda benimle aynı duyguları yaşadığını ama 2-3 yıl sonra alışıldığını, kabullenildiğini söyledi.
Aynı akşam eve döndükten sonra gece yarısı eşimi hastaneye götürüyorum. 5-6 saatlik bir acil servis deneyiminden sonra nihayet evimize dönerken aynı konuya farklı bir açıdan parmak basıyor eşim. “Özlüyorum” diyor, “Hastalıktan konuşmadığım, burnum aktığında önemsemediğim, sık sık hastalanmadığım o eski günleri, gençliğimi özlüyorum.” diyor. Kullanılmış bir eşya gibi hissediyoruz sonra kendimizi, gülüşüyoruz, hani 2. el olmuşuz nerdeyse. Yıpranmışlık var bir parça. Ve düşününce ne çok sağlıktan konuşmaya başladığımı ve çevremde ne kadar çok hastalık haberi duyduğumu ve konuştuğum kişilerin de çoğunun bu tür konulardan bahsettiğini üzülürek farkediyorum. İşte büyümek bir de bu olsa gerek diye düşünüyoryum. Deliliği, sorumsuzluğu rafa kaldırdığımız 30’u aşkın yaşlarda, kullanılmış ve eskimiş bir eşya gibi olsak da kendimizi yeniden yenileyebileceğimize dair umutlarımı da hiç tüketmiyorum bir yandan. Ve sonra yine gülümsüyorum, aklıma geldikçe eşimin o gece söylediklerine; “Nihan ya sen de çok eskidin artık, bak garanti süren de bitti, geri de iade edemeyiz artık seni, üstelik eskiyen eşyaları da değiştirirler, ne yapsak değiştirsek mi seni yenisiyle?”
Bu düşünceler üzerine internette şöyle bir dolandım, gerçekten böyle bir bunalım var mı, yoksa ben mi uyduruyorum diye merak ettim. Ve gerçekten var olduğunu okuyunca da bir parça rahatladım. Ve sonra annemin sözleri çalındı kulağıma; “Ne bunalı mıymış bu, bizim zamanımızda yaşadığımızın bunalım bile olmadığını bilmeden yaşardık, herşeyin bir bunalımını icat ettiler. Yok lohusalık bunalımı, yok 30 yaş, bakalım daha neler çıkacak? Oysaki biz, bilmeden yaşarken daha mutluyduk.”
Kadınların yaşadıkları önemli bir dönem krizi de orta yaş kriziymiş. Yani 30’lu yaşlar… Ancak bu, her kadında aynı şiddette ortaya çıkmıyormuş. Ya da farklı şekillerde yaşanabiliyormuş.
“Herhalde etrafınızda, 30 yaşına basıp da yıllar 35’e dogru hızla akıp gittikçe paniklemeyen, hele hele de 35 sonrası 40’a yaklaştığını kabullenemeyen kadın yok gibidir. Peki bu panikleme gerçekten normal mi? Ya da bu dönemi kabullenememe gerçek anlamda psikolojik bir kriz mi? Uzmanlar 30’lu yaşlarda yaşanan bu durumu basitçe orta yaş krizi olarak adlandırıyor. Siz de bugüne kadar yaptıklarınızın sürekli bir muhasebesini yapıyor, geçmişle ilgili pişmanlıklar duyuyor, hep erteleyip de yapamadığınız şeyler için yaşınızın artık çok geç olduğunu düşünüyor ya da yeni girdiğiniz işte ortama ayak uydurmakta zorlanıyorsanız orta yaş krizinde olabilirsiniz. Araştırmacılar da bunun sebebinin, herşeye küçük yaşta sahip olmak olduğunu söylüyorlar. Sosyologlar, yaşadığımız gelişmelerin, çok erken yaşlarda herşeye kavuşmanın kadınları bıkkınlığa sürüklediğini iddia ediyorlar. Çocuk denecek yaşlarda meslek sahibi olup, çok erken bir dönemde mesleklerinde adamakıllı ilerleyen kadınlar, ya da erken yaşlarda anneliği tadan küçük kadınlar, zamanla hayatlarında bir büyük değişikliğe yer olmamasından sıkılıyorlar. Ve tıpkı, gençlik yıllarını geride bırakmış, emeklilik çağına gelmiş hemcinsleri gibi, yaşlarına ve sosyal statülerine hiç uymayan davranışlar sergiliyorlar.
Gençlerin erken yaşlarda bunalıma girmelerinin kaynağını çocukluk yıllarında aramak gerekiyor. Günümüzde çocuklar, genellikle bir şeye özenip, ona sahip olmak için çaba harcamak zorunda kalmıyorlar. İyi kötü, her türlü imkan çocuklara sunuluyor. Dar gelirli, hatta gelir düzeyi çok düşük ailelerde de çocukların istekleri birinci sırada yer alıyor. Kız çocuklar, daha çocukluklarını tam olarak yaşamadan flört dönemine giriyorlar. Çocuk-genç kızlar, kadın-erkek ilişkilerinde de erken yaşlarda tecrübe sahibi oluyorlar. Ve sıralama böylece devam edip gidiyor. 20’li yaşlarının sonuna gelen genç kadınların içlerini yaşlanma korkusu sarıyor. Hayatta yapmak istedikleri her şeyi erken yaşlarda yaptıkları için geriye sadece bunalıma girmek kalıyor. Sağlık sorunlarıyla ilgili ürkütücü açıklamalar, kanser korkusu, kalp krizi tehlikesi genç kadınların yaşama sevincini azaltıyor. Hatta bazı durumlarda, yaşama sevincinden eser kalmıyor. Bu düşüncelerden kurtulmak için de hala genç olduklarını kanıtlama derdine düşüyorlar.
Kadınların kendilerini sürekli dışarıya atmak istedikleri, sosyalleşmeye çalıştıkları bir dönem bu dönem. Bu dönemde kadın, vücudunu daha çok incelemeye başlıyor. Burnunu ya da dudaklarını beğenmiyor, kilolarından sürekli şikâyet ediyor.” **
Kısa bir süre sonra 33 yaşıma veda edeceğim şu günlerde, bunları okuduktan sonra kendimi bir parça da olsa bozuk bir 33’lük plak gibi hissetmedim desem yalan olur. Diğer yandan, 10 ya da 15 yıl sonra ne gereksiz bir bunalıma girmişim, keşke o yaşlara dönebilsem diyeceğimi de duyar gibiyim.
*http://www.formsante.com.tr
*http://www.donusumkonagi.net
33’lük Bozuk Plak için 12 cevap