“Çocukların oyunu, oyun değil, onların en ciddi uğraşıdır”
Montaigne
“Hadi gel, beraber söyleyelim.”
“Ama ben utanıyorum, önce sen söyle.”
“Elini tutarım ben, utanma, gel.”
1981 yılı, Bir Anaokulu ve elele tutuşan iki kız çocuğu…
“Şeyyy, Polat biliyor musun Nihan seni seviyoo”
“Başak da seviyooo”
“Hıh banane, ben ikinizi de sevmiyorum ben İnci’yi seviyorum”
Hayatımın ilk reddedilme anıydı bu. İnci ise baş düşmanımız olmuştu Başak’la. O yıl, 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda sınıftaki herkes bir dünya çocuğu olacaktı, görünümü hangi dünya çocuğuna bir parça benziyorsa, o ülkenin kıyafetlerini giyecekti ve gösteri yapılacaktı. Tabiki esmerliğimden dolayı beni İspanyol yapmaya karar verdi o yıllardaki “Imagemaker“ımız.
“Ama ben Hintli olmak istiyorummm!!!”
“Çocuğum neden?”
“İnci Hintli de ondan örtmenim”
“Kızım ama sen İspanyollara daha çok benziyorsun, hem kıyafetin de çok güzel olacak”
“Yaa banane”
Bizim Kızıldereli Polat Hintli güzel İnci’ye gönlünü kaptırmıştı bir kere İspanyol Nihan’ı ne yapsın?
Şu an bile gülümseyerek hatırladığım bu çocukluk aşkımı ve anımı düşününce çocukken algılarımızın ne denli farklı olduğunu ve duygularımızın ne kadar kirlenmemiş ve saf olduğunu görüyorum.
Herşeyin içtenlikle ifade edilebildiği, yargılanılmayan ve henüz toplumsal ya da kültürel kısıtlamalarla tanışılmadığı bir dönemdir çocukluk. Ve bu nedenle özgürdür çocuklar ya da çocukluk özgürlüğümüzdür. Algıların sınırsız olduğu, pembenin kız, mavinin erkek rengi olduğunun kanıksatılmadığı, ağlamanın güçsüzlük sayılmadığı, “Erkek adam ağlamaz”ın ne anlama geldiğinin bilinmediği, nedensiz koşmanın, gülmenin ve zıplamanın anormal sayılmadığı zamanlardır. Hiç düşündünüz mü; “İçinizdeki çocuğu yaşatın” ya da “Ona sahip çıkın” diye sürekli tekrarlanan sözü; özgürlüğe olan özlemdir aslında bu.
Hadi gelin, çocukluğumuza, bir arkadaşımın deyimiyle “Anayurdumuza” gidelim beraber;
Acı sadece ağzımıza sürülen biberdir, dünya toz pembedir, hayatın tüm anlamı ve en önemli şeyi oyun oynamaktır, gözyaşı, istenilen bir bebeğin ya da arabanın alınmadığında dökülür, mandallar ya da kirazlar kulaklara küpe yapılır, annenin topuklu ayakkabıları denenir, gizlice makyaj malzemeleri karıştırılıp rastgele yüz boyanır, kuruması için evin bir köşesine serilmiş pirincin içerisinde plastik askerlerle dünyanın en masum savaşı yapılır, hayalgücünü zorlayan icatlar yapılır, oyunlar kurulur; evin muhtelif yerlerine ipleri bağlayarak iplerden anahtarların geçirilmesi ile teleferik yapılır, sobanın üzerinde elma kabuklarının yanışı izlenir, her gece yatmadan önce sütün içerisine batırılmış ekmek yenir, yoğurt bile şeker katılarak tüketilir, şeker tadındadır çünkü çocukluk, masa altlarında, vitrin tepelerinde oyunlar kurulur, korkuya yer yoktur, korkusuzluktur, zengin-fakir ayrımı bilinmez de maaş günü kavramı bilinir bir tek; istenilen oyuncak için, sağ ve sol sadece öğrenmeye çalışılan ama hep karıştırılan iki anlamsız şeydir, başörtüsü anneannedir, babaannedir, yaşlıdır, dil, din, renk ayrımı da yoktur oyun oynamak için, savaş sadece su tabancalarıyla yapılır, halının motiflerinde seksek oynayabilmek için bir anahtarı taş gibi düşlemektir, sabahları giyinirken bile uyuklamaktır, her dökülen dişin çatılardan birine atılıp bir karganın gelip onu almasını beklemektir, dondurma yemek için yaz mevsimini beklemektir, pamuk şekeridir çocukluk ve HAYAT BİR OYUNDUR.
“Biz çocukluktan vazgeçip, büyümeye heves ettik,
Ahh çocukluğum. . .
Şimdi büyüdük de ne halt ettik ! ?”
Gökhan Sezgin
Ne kadar doğru değil mi? Büyümeyi bu kadar çok isterken şimdi ise keşke çocuk olsam da dünyam kocaman ve kirlenmemiş olsun demiyor muyuz?
İlk reddedilişimi henüz anaokulundayken yaşamıştım, çoçukça bir üzüntü ve kıskançlık ve çoçukça bir aşk kırıklığı. Ama emin olun hiçbir reddediliş bu anıdaki gibi gülümseyerek hatırlanmıyor, içimi acıtmadan yalnızca çocukluğa olan özlemle ve mutlulukla hatırlıyorum, başka birine tercih edilmiş bile olsam 🙂
İspanyola için 10 cevap