Eğer annenizin yaptığı tenceredeki zeytinyağlı pırasayı hiçbir tabağa koymadan tencerenin içerisinden çatalla yiyorsanız yalnızsınız demektir. Duşa girerken kapıyı kapatmıyorsanız yine yalnızsınızdır, sabah işe giderken, hazırlanırken, odalardan odaya istediğiniz gibi geçebiliyorsanız bilin ki yine yalnızsınızdır. Geçmişe dönüp en mutlu olduğunuz anları düşünüp kendi kendinize konuşuyorsanız evet yine yalnızsınızdır. Camın önüne geçip ışıklara bakıp bir de böyle efkarlı müzik dinleyip “Neden buradayım?” diye soruyorsanız üzgünüm ki yine yalnızsınızdır.
Şu günlerde çok yalnızım çünkü hiçbir yere ait hissedemiyorum kendimi. Bu nasıl bir şey? Hiç bir yere ait hissedememe duygusu, hiçbir yere sığmama duygusu, akşam çıkışı hadi gel iki tek atalım diyebilecek kimsenin olmayışı, o tanıdık bildik mekanlar, o bildiğiniz kokular, girdiğinizde sizi isminizle karşılayan insanlar olmadığı zaman doyduğunuz yerden uzaksınız demektir. Doğduğum yerden uzaklaşalı çok oldu. En uzaktayım şimdi, düşünüyorum gerçek memleketim neresi diye; doğduğum yer mi doyduğum yer mi, evlendiğim yer mi, büyüdüğüm yer mi, ilk gençliğimi geçirdiğim yer mi, ya da şu an olduğum yer mi? İnsan bunu hayatında bazen sorguluyor, ben hangi şehre aitim diye, oysa aynı gökyüzü değil mi baktığımız, aynı ülke aynı coğrafya değil mi? Ama biliyor musunuz gökyüzünün rengi bile farklı biri gri diğeri bulanık, öbürü rüzgâra karışmış bir renk. Ait olamama hissi galiba böyle bir şey hangisinde ben varım diyorsunuz. Yalnızlık güzel mi tartışılır, iyi olduğu tarafları yadsınamaz ama bazen öyle bir vuruyor ki böyle sanki yerin dibinden gelen bir deprem gibi önce sesi geliyor, ayak sesleri sonra günlerce o artçı sarsıntıları da gitmiyor.
Evlilikler için iki kişilik yalnızlık denilebilir mi, belki… Biz aynı evde, ayrı odalarda, birbirini boğmayan dünyalarda yaşayan bir çiftiz, hep böyleydik ve bu bilinçli bir tercihti. Önceleri bundan çok şikayet ederdim; “kumam bilgisayar” derdim ama şimdi içeride bir nefes, bilgisayarın başında oturan ve istediğim zaman gidip boynundan öpebileceğim bir insanın varlığı bile ne kadar güzelmiş. Kendi evim, kendi yatağım, kendi odam alıştığım her şey, bildiğim bütün sokaklar herhangi bir uygulama olmadan gidebildiğim tüm yollar; işte ben oraya aitmişim, o şehir hangisiyse artık.
Bir sürü şehir var yaşamıma damgasını vuran; Samsun, Sinop, Chicago, Ankara galiba en çok da Ankara ve şimdi İstanbul. Erbaa var bir de çocukluğumun tozlu yolları, çiçek kokuları içerisinde bir lojman, mutlu çocukluk, deli çocukluk… Anayurdu çocukluk sayarlar, benim ana yurdum neresi onu bile bilmiyorum. Hangisine, neye özlem duyduğumu da içimde tam olarak çözemedim. Hangi şehri, hangi dönemi özlüyorum ve şu an nerede olmak isterdim? Diyor ya şarkıda da “Kim bilir hangi yıldızın altında kanatlanıp uçuyor ruhum?” ben hangi semada olduğumu bile bilmiyorum şu an. Tek bildiğim; neye, hangi zamana ve neden olduğunu bilmeksizin kocaman bir özlem!